Kopuk Bağlar'da Fatma Genç ve Hasan Ateş, arkeolog ve yazar İsmail Gezgin ile şeylerin nesne doğasını; arkeolojinin maddi şeyleri araştırma yöntemlerini, dünyayı anlama biçimlerini, insanlar ve şeyler arasındaki ilişkileri konuşuyorlar.
Hasan Ateş: Merhabalar, Kopuk Bağlar’ın yeni bölümünde beraberiz. Nesnelerin uzun tarihini ve mal, meta olma süreçlerini konuştuğumuz Kopuk Bağlar,15 günde bir Açık Dergi yayın akışı içerisinde sizlerle. Teknik masada Sevgili Feryal Kabil var, kendisine de yardımları için teşekkür ediyoruz. Bugün çok değerli bir konuğumuz var; İsmail Gezgin. Hoş geldiniz.
İsmail Gezgin: Merhaba, hoş bulduk, teşekkür ederim.
H.A.: İsmail Hocamız ile bugün nesnelerin arkeolojisi üzerine konuşacağız. Arkeolojinin nesneleri anlamakta bize sunduğu kavramsal ve olgusal çerçevenin neler olabileceğini, genişleyen sınırlarını ve buradan da daha kadim konulara doğru geçerek nesnelerin oluşum sürecindeki nesne ve emek arasındaki bağı inceleyeceğiz.
Fatma Genç: Merhaba, hoş geldiniz. Sözü size vermeden önce ufak bir girizgah yapmak istiyorum; nesnelerin arkeolojisi belleğimizde bir sürü çağrışım yapıyor - öncelikle Seyyidhan Kömürcü’nün Dünya Lekesi kitabındaki “Eşya”şiirini anmak isterim:
Bu mektup sana değil/ konuşma yaşına gelen eşyalara/ demiri dövenin elinden canıma geçen ağrı büyüyor/ sabahları beni dışarı çıkaran acı ağacı/ geceleri beni eve gönderen zaman/ yapmamam gereken şeyler/ kalbime sürtünüp büyüyen delik/ zaman hızlı ama vakit geçmiyor/ öyle ki bezen yukarıdan attığım öfkeyi aşağıdan toplayabilecek kadar hızlı çarpan bir kalbim var/ okudum/ öfke yavaş yavaş düşüyormuş aşağıya/
bu mektup sana değil/ bakma yaşına gelen eşyalara/ utandığım bir yüzü oluyor bazı eşyaların/ durmadan bir yerimi kurcalıyor yoksulluk/ kalbi kırık bir ok nereyi vurabilirse orası oluyorum bazen/ gövdemi doldurduğum alkolle/ gözlerimi kırmızı kırmızı edip bakıyorum yüksek binalara/ hepimiz dünya soğuktur diyen o nineden olmadık mı/ inin aşağı/ izledim/ öfke yavaş yavaş çıkıyormuş yukarıya/
bu mektup sana değil/ duyma yaşma gelen eşyalara/ günün öğünlerinden yapdmış bir mutsuzluğa çağırıyorsunuz birbirinizi/ günde kaç kere yanımdan geçiyorum/ aklımdan hem ekmek hem gül geçiyor/ siz yoksunuz/ ayın ortası her pazartesi/
bu mektup sana değil/ susma yaşma gelen eşyalara/ dünyanın kaç harikası var biri de yutkunmak/ önümü ilikleyip çıktığım dışarılar/ biliyorsunuz bazı fotoğraflarda canı sıkılan bir ağaç gibi bakıyorum dünyaya/ umduğum felaket bu değildi diyorum/ bu dünyada birini sevdik o da öldü diye karşılandığım bir yasta/ göğe bakıyorum/ ben de aferin diyorum tanrıya/
çünkü şöyle savaşlara inandım/ sonuncu dünya savaşında kaç asker intihar etti/ kaç kez yutkundu dünya/ olsam mutlaka yanlış yerde nöbet bekleyen bir asker olacaktım/ kırk gün kırk gece aynı dalgınlıkla/ bu yüzden bu mektup sabaha karşı yalnız olan bütün eşyalara
Devamında “Kumaş ile Terzinin Hikâyesi”şiiri var. Çok güzel bir soru soruyor orada:
ben genellikle şunu bilmeyen biriyim
bazı hikâyeleri kumaş mı anlatır
terzi mi
İlhan Berk de der ki, “Cümle eşya uykusundan uyandı, nesnelerin dili olsa sizin için ne söylemesini istersiniz?” “Yanlış olan nesne yoktur” da diyecektir ve “ben nesnenin tabuluğuna bağlı kaldım” diye de ekleyecektir. “Nesneler, imgeler gibi şairlere verilmiştir ama korku saçar nesneler, ben bunu hep yaşadım.”
Nesnelerin ele alınışlarına dair çeşitli teoriler var: Nesne yönelimli ontoloji, öznenin nesne üzerinde gerçekleştirdiği pratik etkinlikler ile nesneye yeni form verilmesi, canlı madde olarak nesnelerin ele alınışı ve nesnelerin eyleyiciliği… Tabii burada nesne üzerindeki düşünüşlere bakarken, insan ve insan olmayanların eyleyiciliğine yeni bir pencere açan çeşitli tartışmalar da var. En önemlisi belki de insan merkezci bir bakış açısını aşmaya çalışan, canlılığın maddi enerjiye içkin oluşu ve maddesel dirimcilik gibi çeşitli ele alışlar söz konusu. Bu çerçevede nesneleri faillik, eylem ve özgürlük kavramları etrafında ele alan çeşitli tartışmalar da mevcut. Yaşam/madde, insan/hayvan gibi ikiliklere meydan okuyan tartışmalar da ufuk açıcı. Biz de bu tartışmalar ışığında nesnelerin arkeolojisini konuşmak istedik sevgili İsmail Gezgin Hocamızla. Şeylerin, nesnelerin yaşam kültürü kuruluşunda oynadıkları rolü, arkeolojinin insan ve doğa ilişkisini ele alışlarını dinlemek istiyoruz. Maddi şeyleri araştırma yöntemleri ve dünyayı anlama biçimleri üzerinden şeylerin nesne doğasını ve insanlar ve şeyler arasındaki ilişkileri arkeoloji nasıl açıklıyor?
İ.G.: Çok teşekkür ederim. Ben de şairlerden bıraktığınız yerden devam edeyim çünkü ben de nesnelerin bir dili olduğunu düşünenlerdenim. Kendilerini ifade edebilecek bir dilleri var ama bir sesleri olmadığı için onların seslerini, öykülerini anlatma sorumluluğunu arkeologların üstlendiğini söyleyebilirim.
Arkeolojik nesne ile insan arasında böyle bir ilişki var. Bütün arkeoloji tarihine baktığımız zaman, zaten hepi topu 200 yıllık bir süreçten söz ediyoruz, genellikle bu ilişkinin ya da nesne olanın sözünü, hikâyesini anlatmayı üstlenmiş arkeoloğun kendisini özne yerine koyduğunu hemen söyleyebiliriz. Nesne, insana giden yol olarak görülmüş. Bu tabii ki diğer düşünüş biçimlerinden farklı değil. Elbette arkeolojinin de geçtiği her dönemde o düşünüşlerden etkilendiğini söylemek mümkün. Arkeolojinin, tarihi nesneleri fetiş haline getirilmesiyle, estetik bir nesneye sahip olmanın ve mülkiyete geçirmenin bir iktidar olduğu düşüncesiyle, burjuva ve orta sınıf bireyler ve koleksiyoncular tarafından başlatıldığını söyleyebiliriz. Genel olarak arkeolojinin popüler hale gelmesindeki en önemli şeylerden bir tanesi bu. Nesnenin, arkeolojik eserin bir dili var, bir metin gibi de okunabilir, seslendirilebilir de ama en baştan şunu da söylemek lazım, çok ciddi bir okuma sorunuyla karşı karşıyayız.
Binlerce yıl önceki bir arkeolojik nesnenin yaratılma ve oluşturulma sürecini, onu oluşturan sosyo ekonomik koşulları, aradan geçen birkaç bin yıl sonra emek, madde, motivasyon gibi konulardan bağımsız olarak bambaşka bir gözle, zihinsel yapıyla, birikimle ve hatta ihtiyaçla okumaya çalıştığımızı söyleyebilirim. Burada bir hakikat çıkarımından çok uzak düştüğümüzü ve daha çok süreçsel olarak bilgi üretiminde bulunduğumuzu söylemek isterim. Çünkü arkeolojik nesneler, onları yaratan tarihsel koşullardan bağımsız olarak bugünün ihtiyaçlarına yanıt aramak üzere okunuyor. O yüzden de arkeolojik nesnelerin anlam ekseninde kaymalar ve değişimler oluyor, okuyanın ihtiyaçları ve ideolojisi çerçevesinde okumalar ortaya çıkıyor.
Sizin söylediğiniz nesnenin düşünce sistemindeki çağdaş izleklerini ben de takip ediyorum ve aynı şeylerden bahsettiğimizi düşünüyorum. Birkaç ismi de burada söylemek isterim. Örneğin, Graham Harman, nesne yönelimli ontoloji teorisiyle, insanı merkezden çıkararak nesneyi devreye sokan bir ontoloji öneriyor. Timothy Morton; iklim, çevre, uzay, evrimsel süreç, nükleer silahlar, uzay araçları gibi daha uzak ve görünmez şeyler olarak hipernesneleri devreye sokuyor. Beni en çok etkileyenlerden ve unutulmaz teorilerden birisi de Bruno Latour ve onun aktör ağ kuramı. Bu kurama göre, nesne olabilmek için maddi bir varlığa sahip olmak gerekmiyor. Yani bu kuramın meselelerinden birisini nesnelerin maddi bir varlığı olma kuralını ortadan kaldırması olarak tanımlayabiliriz. En önemli isimlerden birisi de, nesneleri feminist bir perspektifte ele alarak sınırları ortadan kaldırmayı öneren Donna Haraway ve onun siborg manifestosu.
Tüm bu ele alışlarla nesnelerin yeniden ele alınması, felsefenin çalışma alanlarından biri haline getirilmesi, klasik felsefeye bir alternatif ve itiraz olarak yükselmesi arkeologları da etkilemiş. Bu konuda çalışan arkeologları da anmak isterim. İlki, arkeolojinin önemli isimlerinden biri olan, yıllarca Çatalhöyük’te çalışmış, İngiliz bilim insanı Ian Hodder. Diğeri de Colin Renfrew. Bu isimler, bu düşünce dünyasındaki nesne tartışmalarından uzak kalmamış ve arkeolojik nesneyi nasıl algılamak gerektiği konusunda uzun uzun düşünmüşlerdir. Başka pek çok isim de var tabii ki, ancak tartışmanın genel aksı saydığım isimlerin ortaya koyduğundan daha farklı değil. Her şeyden önce nesnelerin pasif olmaktan kurtarılmaları ve aktif bir rol üstlendiklerini, özellikle insan-nesne ilişkisinde hikâyesi olan nesnenin dilini üstlenmiş arkeologların ya da insanların kendilerini özne pozisyonunda azade etmesi gerektiğini söyleyen bir tutum var. Kaldı ki nesnelerin aktif olduğu ve toplumları üreten en önemli unsurlardan birisi olduğu tartışılan konulardan birisi.
Son zamanlarda yapılan arkeolojik çalışmalarda nesne konusunu ele alan yazarlar ya da araştırmacılar, toplumların nesneleri üretirken, nesnelerin de toplumları ürettiği konusunda hemfikirdirler. Bu bu süreçte tartışma maddenin enerji, bilgi akışı ve emek gibi unsurlarla değişip dönüşebileceği üzerine kurulur ve böyle bakılması da önerilir. Bir nesnenin insandan bağımsız olarak kendi zamanı olduğunu vurgulayan yayınlar öne çıkmaya başladı. Örneğin, 10 bin yıl önce prehistorik çağlarda yapılmış bir taş baltanın bugün müzelere kadar uzanan bir hikâyesi var. Oysa onu yaratan insanlar, uygarlıklar ve kültürler çoktan dünyadaki sürelerini doldurup, göç ettiler. Baltaya yüklenen anlamın ve üretildiği dönemde ona bakan gözler ile bugün müzelerde bakan gözlerin farklı olması, onun değişken bir yapıya sahip, insanın zaman algısının ötesinde bir hayatı olduğunu gösteren en önemli şeylerden birisidir.
Çok tartışılan konulardan bir tanesi de arkeolojik nesnelerin yaşam içerisindeki ilişkilere nasıl aracılığı ettiği üzerinedir. Arkeolojik eserlerin bir yandan bir iktidar ve ideoloji içerisinde üretilmesi ve anlam yüklenmesi gibi farklı yönleri varken, öte yandan değiş-tokuş değeri olması veya mülkiyete alınması gibi işlevleri de insanlar arası ilişkilere aracılık eder. Arkeolojik nesnelerin ilk başta göremediğimiz, düşünmediğimiz, dikkat kesilmediğimiz bazı ilişkilere de aracılık ettiğini söylemek lazım. Okuduğum makalelerden birisinde, Heidegger’den yola çıkılarak verilmiş bir testi örneği vardı. Testiyi içinde boşluk yaratabilmeyi hedefleyen bir dış yüzey olarak ele alıyordu. Testiyi oluşturan maddeler su, toprak, ateş ve elbette yetenek ve emek. Testinin içerisine konular sıvılar su olabilir, şarap olabilir, zeytinyağı olabilir. Testi ve içinde taşınan şey, insanlar arasındaki ilişkileri belirleyen bir şeye dönüşür. Ancak testi bu anlamlarının ötesinde bir adak ya da bir Tanrı’ya libasyon olarak sunulduğunda, hediye edildiğinde bu ilişkinin daha karmaşık bir noktaya doğru gittiğini görürüz. Latour’un belirttiği gibi, maddeye sahip olmaksızın da nesnel dünyaya etkide bulunan nesnelere doğru bir ilişki ağı kurulduğunu söylemek mümkün. Böyle bakıldığında; su, toprak, ateş, sıvı, emek, iktidar yönelimleri ve insan-Tanrı arasındaki ilişkiye bir testinin veya içindeki sıvının aracılık ettiğini çok net bir biçimde söyleyebiliriz. Hiç bir maddi bedene sahip olmayan Tanrı da bu ilişkide varlık imkânı bulur. Özellikle bu konuyla ilgili çalışan insanlar var. Örneğin, davranışsal arkeoloji diye adlandırılan bir alan var. Burada insan-nesne ilişkisinde insani davranışların nasıl belirlendiğini ya da nesnelerin insani davranışlara nasıl yön verdiği üzerine çok sayıda çalışma görmek mümkün. Bunlara yeni nesil yaklaşımlar diyebiliriz. Bunların ötesinde biraz daha Hegelyan araştırmacılara da rastlamak mümkün. Dünyadaki deneyimin, o deneyimi oluşturulabilecek nesneler üzerinden gerçekleştirilebileceğini, dolayısıyla bir deneyim nesnesi ifadesini devreye sokmak gerektiğini söyleyen araştırmacılar var. Tıpkı arzunun nesnesi üzerinden hareket etmesi gibi, insanların kimliklenebilmesi ve bilinçlenerek özne pozisyonu alabilmesi için bulunduğu toplumsal yapıda bir dış dünyaya, başka aktörlere ve nesnelere ihtiyaç duyması, onlara başvurması, hatta onlardan elde edeceği bir deneyimle kendini bilinçlendirmesi ve farkındalık yaratması için de yine nesne bakış açısı kullanılır.
H.A.: Bütün bir uygarlık tarihi içerisindenesnenin farklılaşması ve nesnenin emek dolayımıyla birlikte yol alışı ile birlikte nesnenin bir dizi ilişkiye de işaret ettiğini biliyoruz. Nesnenin farklılaşması, aynı zamanda sosyal ilişkilerin dönüşümü tarihi üzerinden emek ile zanaatkarlık ile birlikte yol alış sürecine dair ne söylemek istersiniz?
İ.G.: Nesne ve insan ilişkisinde nesnenin insanın evrimsel sürecinde ne kadar gelişmiş olduğunu gösteren bir iki örnekle başlamakta fayda var. Örneğin, alet yapımı buradaki kırılma noktalarından bir tanesi. İnsanın biyolojik yaşamına, bedenine tesir eden, onu dönüştüren ve değiştiren önemli unsurlardan birisi, hatta insanın beslenme sistemini dahi değiştiriyor. Kafatasının büyüme nedeni olarak da gösteriliyor. Ateşin devreye girmesiyle sindirim sisteminde de bazı değişiklikler olmaya başlıyor. Kullanılan nesnenin, pasif görünmekle beraber, insanın bedeninde önemli değişikliklere sebep olduğunu görüyoruz.
Alet üretimi ve endüstrisi ile beraber dilin ortaya çıkmış olması, metafizik dünyanın yaratılmasına ve kimlik sorununun çözüme ulaştırılacağı mitolojik alanın ortaya çıkmasına zemin hazırladığını söyleyebiliriz. Bütün kültürlerdeki mitolojik metinler ya da yaratılış anlatılarının hepsi ‘insan nedir?’ sorusuna yanıt aramak üzere kurgulanmış gibi görünüyor. Bir başka örnek, kıyafetin kullanılmaya başlamasıyla beden derilerinin incelmesi ve kılların dökülmesidir. Bir diğer örnek de çömlek yapımı. Çömlek yapımı ile pişirme, haşlamanın temel unsurlarından birisi haline gelirken, insanın ağız-yüz dengesi değişmiş, çene kasları ve diş mineleri zayıflamış, sindirim sistemi etkilenmiştir. Çömlek, yumuşak besin tüketme imkânı sağlamasının yanı sıra yemeğin sembolik ya da simgesel anlamlarına aracılık ettiğini söylemek mümkün. Yemeğin bir iktidar aracına dönüşmesi, paylaşılmasına ve farklı anlamlar yüklenmesine sebep olmanın yanında cinsiyet rollerinin belirlenmesinde de rol oynamıştır. Mesela mutfağın kim tarafından idare edileceği ya da kimin mutfağa kapatılacağı konusunda da benzer rol üstlenmiştir. Nesneler üzerinden bir iktidar-güç ilişkisi yaratımı söz konusu. Bunu hem üretim hem de tüketim/kullanım sürecinde görüyoruz.
Arkeolojik nesnelerin üretildiği dönemde gördüğümüz güç ilişkileri bugün de çok farklı değil. Nesnelerin üretim sürecine bakıldığında, onları üreten akıl ve iktidar tarafından bütün dikkatlerin nesneye çekildiğini, hatta nesnelerin puta ya da fetişe dönüştürüldüğünü görüyoruz. Nesnenin ona yüklenen estetiği, gücü, ideolojisi olduğunu, hatta bir propagandaya aracılık ettiğini görmemiz isteniyor. Esere yönelen bakışlar iktidar tarafından da özellikle yönlendiriliyor. Bu, arkeolojik nesnelerin üretimindeki emeği ve emekçiyi yok eden, görünmez kılan bir ilişki.
Benim son çalışmam olan Ötekilerin Arkeolojisi - Uygarlığın Görmediği İnsanların Öyküsü'nde de bu görünmez ilişkiyi konu ediyorum. Müzelere, ören yerlerine gidiyorsunuz. Oralarda inanılmaz görkemli, dönemin iktidar propagandasını yapan, gözlerinizi büyüleyen eserlerle ya da nesneyle karşı karşıya geliyorsunuz. Onu yaratan ekonomik koşullar ya da iktidarın ideolojisi ön plana çıkarken, onun oluşmasındaki enerjiyi sağlayan emek görünmez kılınıyor. O görünmezlik içerisinde bilinç dışımıza temas ettirilen arkeolojik nesnenin geçmiş dönemlerdeki ideolojileri de zihnimize aktardığını söylemek lazım. İktidar-güç-emek ilişkisi ve her bir nesnenin üzerine yüklenmiş olan anlamlar, bugün dahi gözlerimizi ve bakışlarımızı kontrolümüzden çıkararak zihnimize onların ideolojisini akıtıyor. Herhangi bir müzeye girdiğinizde eğer bu farkındalıkla müzeyi ziyaret etmezseniz ya da nesnelere bakmazsanız, o dönemin bütün patriyarkal, inançsal, hiyerarşik ve sınıfsal yapılarını zihne akıtan bir okuma eylemine maruz kalınacağını söylemek mümkün. Arkeolojik nesnelerin sunumu ve sergilenmesinde bugünün yönlendirmeleri de önemli. Bugünkü iktidar-emek ilişkileri de işin içerisinde dahil oluyor çünkü bugünün modern iktidarları da emeğin görünmesi taraftarı değil; o nesnelerin oluşumunda rol üstlenmiş olan iktidarların, yasaların ya da toplumsal normların görünmesinden medet umuyor. Bu yüzden, bugün müze ve ören yeri ziyaretlerinde, binlerce yıldır devam eden patriyarkal, sınıfçı, şiddet içerikli ideolojileri yüklenmiş arkeolojik nesnelerin zihnimize zehirler akıttığını söyleyebiliriz. Bugün de aynı şeyler söz konusu. Nesnelere yüklenen ideolojik anlamların ardındaki bir sürü hayatın ve emeğin yok olmasına ya da görünmez olmasına yol açtığını söylüyoruz. Benim bu konuda en çok verdiğim örnek mısır piramitleridir. Ömrünü piramitlerin yapımında geçirmiş kuşakların oluşturduğu köyler bulundu. O köylerdeki insanlara hayatın ne olduğunu sorabilseydik, hayatın piramit yapmak, piramit yapımında çalışmak olduğu, gündelik hayatlarının, başka bir eylemlerinin ya da işlerinin olmadığı cevabını alacaktık.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Kendini oluşturan bütün atomları, mineralleri, vitaminleriyle, karbonu, demiri, magnezyumuyla doğanın bir ürünü olan insan kendi bedensel adaptif gücünü bir yana bırakarak, varlığını ve yaşamını ürettiği nesnelere yaslamıştır. Varlığını devam ettirmesi onlarsız mümkün değilken bu ilişkide kendini özne olarak dayatması söz konusu olamaz. İnsan evrimsel süreçte kendisi bir nesnedir ve nesnelerden bağımsız tanımlanamaz.
F.G.: İsmail Hocam, çok teşekkür ederiz. Bu kadar uzun ve detaylı bir konuyu çok yönlü bir tartışmayla açıkladınız, yeni sorulara alan açabilecek çok önemli şeylere de dikkat çektiniz, insanlar ve nesneler arasındaki ilişkiye, bunun sonucunda doğayı da biçimlendiren yaratıcı etkinliğe, geçmişten bugüne içerisinde barındırdığı bütün görünmez ilişkileri ile birlikte nesnelerin güç ve iktidarın yeniden üretildiği şeyler olduğuna dikkat çektiniz.
H.A.: Evet hocam, çok teşekkür ederiz. Hocamızın kitabı Ötekilerin Arkeolojisi Uygarlığın Görmediği İnsanların Öyküsü,Pinhan Yayınları’ndan çıkmıştı. Görüşmek üzere, hoşça kalın.
İ.G.: Ben teşekkür ederim, iyi çalışmalar dilerim.
F.G.: Hoşça kalın.